Sin City : A Dame To Kill For İncelemesi


 

              
 
Sinemaya ilk girdiğimde sinirlerimin bu kadar bozulacağını hiç tahmin etmiyordum.Yavaş adımlarla sinemaya girdim, biletimi aldım ve salona çıkarak koltuğuma oturdum.Normalde filme dakikası dakikasına girerim, o uzun süren reklamları izlememek için ama bu sefer daha ışıklar karartılmamışken oturdum ve pek yapmadığım bir şey yaptım.Biletimi elime aldım ve inceledim.Yüzüm birden bire asıldı, sinirim tepeme fırladı, bileti avucumda buruşturdum ve yanımdaki uygun bir yere bıraktım.Faturalarımızdaki o saçma bedelleri, daha almadığımız maaşta uğratılan kesintileri her şeyi kenara koyuyorum ama ‘’ Eğlence Vergisi ‘’ ne demektir ? Derin bir nefes aldım ve salonun kararmasını bekledim.Salon nihayetinde karardığında, en sevmediğim şey olan o uzun reklam kuşağı başladı.Bitmek bilmeyen reklamlar silsilesi ile biraz daha sinirlendim.Sonrasında daha az sıkıcı olan fragmanlar başladığında, ‘ En azından belki daha sonra izleyebileceğim güzel bir film vardır ‘’ umuduyla bekledim ama iyice gerildim, kasıldım.Neden mi ? Yakında  vizyona girecek bir Türk korku sineması örneğinin fragmanıyla karşılaştım, hızlı geçişlerle gösterilen ‘’  korkunç ‘’ resimler, çığlık korosu, kaç filmdir sömürülen aynı konular vardı çünkü.Ama içimden ‘’ Birazdan film başlayacak ve o filmin tadını çıkaracaksın ‘’ diyerek kendimi avuttum.Fragmanlar bitti ve film başladı.
 
 İlk  Sin City filmi gerçekten bir efsaneydi.Kullandığı çekim teknikleri, çizgi romanın sinemayla buluştuğu, uyarlama değil kendisi bir çizgi roman olan, ilk dakikasından son dakikasına soluksuz izlenebilecek, yılının çok ötesinde mükemmel bir kurgusu olan mükemmel bir filmdi.Bu yüzden ilk filmin ardından seyirciler ikinci filmin gelmesi için sabırsızlıkla beklediler.ama Frank Miller, ikinci filmi yapmak yerine The Spirit ( 2008 ) adlı çizgi roman uyarlamasını, aynı Sin City görselleriyle beyaz perdeye taşıdı, tamam Sin City’ nin görselliğini hepimiz sevmiştik, o siyah beyaz film hepimizi içine çekmişti ama aynı zamanda içine çeken şey filmin bize sunduğu güzel hikayeydi.İşte The Spirit filmi bunu başaramadı ve hüsranla sonuçlandı.Herkes hala Sin City’ nin  bir sonraki filmini bekliyordu ve bu bekleyişin ardından, dile kolay tam dokuz yıl sonra ikinci film geldi.
 
 Koltuğumda olağanca gerginliğimle oturan ben, film başlayıp yeniden o karanlık atmosferi ve Basin City’ i  ( bildiğiniz adıyla Sin City ) tekrar gördüğümde ‘’ Her şey bıraktığımız gibi ‘’ dedim içimden, buna sevindim.Atmosfer, Sin City olması gerektiği gibiydi.Bunun yanında üç boyutun nimetlerinden faydalanan jenerik de bir o kadar güzeldi.Çizgi roman sayfalarını üçüncü boyuta taşıyan o jenerik, bir okur olarak beni fazlasıyla mutlu etti diyebilirim.
 
 
 
 
Diğer belirtmem gereken husus da  Joseph Gordon-Levitt’ in o muhteşem klasik arabasıyla şehre hakim bir tepeden yazı tura atarak şehri izleyişini gördüğümde, kendisine Harvey Dent rolünü yakıştırmamla alakalı, bu filmden sonra yani o sahneden sonra insan Joseph Gordon Levitt’ i Harvey Dent olarak görmek istiyor, yani ben görmek istiyorum açıkçası.İkinci filmin kadrosunu gördüğümde, beni en çok sevindiren ise Dwight, Marv, Nancy ve Hartigan’ ı tekrar görecek olmamızdı.Hartigan ve Marv ilk filmde öldüklerine göre bu film daha ilk filmden öncesini anlatacaktı demek ki.Ama film devam ettikçe Hartigan’ ın ölümüyle bunalıma girmiş bir Nancy görüyoruz, Hartigan ise bir ruh olarak ortada dolaşıyor.Demek ki film ilk filmin sonrasında geçiyor.Ama filmin başında Marv vardı, ölmemişti neler oluyor ? Çok mu karıştırdınız, bu daha başlangıç.
 
 Dwight rolünü Josh Brolin’ in oynayacağını duyduğumda mutlu oldum, Ben Affleck Batman seçilmeden önce Batman’ i oynamasını ısrarla istediğim bir oyuncuydu.O yüzden Clive Owen’ ın  – ki kendisi benim aklımdaki potansiyel James Bond’ dur - Dwight rolünde yeniden olmamasını hiç yadırgamadım.Film devam ettikçe, Dwight’ ın insan öldürmeye karşı, sigara ve alkol içmeyen birisi olduğunu gördüm ve sürekli içindeki canavarı uyandırmamaktan bahsediyordu.Ama ilk filmde öldürmeye hiç karşı olmayan, sigara kullanan bir karakterdi.Tamam şimdi oldu, ilk filmde Dwight kendisinin yeni bir yüzü olduğundan bahsediyordu, yani yüzünü estetik ameliyat ile değiştirmişti ve demek ki bu film bizim bildiğimiz Dwight’ ın önceki halini anlatıyor.O zaman Marv’ ın da yaşaması doğal.Ama Hartigan hala ölü, Nancy de onun bunalımında.Bu işin içinden çıkacağız, sabredin.
 

 
Ve karşınızda Ava yani Eva Green’ in oynadığı karakter, Dwight’ ın biricik aşkı, zaafı.Ben Eva Green’ in bu filmde oynayacağını ilk duyduğumda zaten Sin City’ nin erotik sahnelerinin baş tacı olacağını biliyordum.Filmin ilk posterleri gelince de bu iyice anlaşıldı, tahminimde yanılmadığımı fark ettim.Filme gittiğimdeyse Ava karakterini sadece filmin başında giyinik görebildim, bunun dışında ya çıplaktı ya da transparan bir gecelik giyiyordu, evet bunun olacağının farkındaydım ama bunun bu kadar istismar edileceğini hiç düşünmemiştim.İlk filmi erotik bulanlar bu filmi nasıl adlandırırlar bilmiyorum lakin ilk filmden bu konuda hiç mi hiç rahatsız olmama karşın bu film bu yüzden beni rahatsız etti diyebilirim.Sanki bir kesim izleyici bu sahnelerle kandırılmak mı isteniyordu yoksa bana mı öyle geldi ? Ama dürüstçe konuşmak gerekirse Eva Green hep olduğu gibi rolünün hakkını veriyor, kendisi sert ve tutkulu kadın rollerine uygun ve bu filmdeki rolü de kendisi için biçilmiş kaftan.
 
 Ava, Dwight ile önceden ilişkisi olan ve sonradan zengin bir adamla evlenmiş bir kadın.Dwight ise bunu içine sindirememiş, daha çaylak olduğu dönemlerini yaşıyor ve ansızın Ava’ dan gelen görüşme isteğiyle hayatının dönüm noktasına geliyor.Ya içindeki canavarı uyandırıp sevdiği kadına yardım edecek ya da bu kadını ardında bırakıp yoluna devam edecek.Tabii bir önceki filmden de bildiğimiz Manute’ nin kocasının isteği üzerine ona cinsel şiddette bulunduğunu iddia etmesi ise Dwight için ipin koptuğu nokta oluyor.Barda tanıştığı Marv ile bu zengin köşkü basan Dwight, aslında Ava’ nın anlattığı her şeyin yalan olduğunu, Manute’ nin ise aslında Ava’ ya dokunamayacak kadar ona taptığını ve Ava’ nın bu yalanının nedeninin tüm mirasa konmak olduğunu öğrendiğinde hem kendisi için çok geç oluyor hem de Manute’ nin sağ gözü Marv tarafından çoktan sökülmüş oluyor.İlk filmde 2012 yılında kaybettiğimiz Michael Clarke Duncan tarafından oynanan sağ gözü altın elemandan bahsediyorum.Hatta ilk filmde bir durum vardı belki bilirsiniz, Eski Şehir’ deki kadınların başı dertteyken Manute, yeni  bir patronu olduğunu ve herkesin ona itaat edeceğini söylüyordu.İşte o patron Ava olmalı ama benim için ipler bu noktada kopuyor.Çünkü Manute ilk filmde Eski Şehir’ de Gail, Dwight ve diğerleri tarafından öldürülüyordu ama bu filmde Dwight ve Gail’ in Ava’ nın evine baskın yaptığı zaman, Ava tarafından – yanlış duymadınız – öldürülüyor.Bu ne yaman çelişki ? Yahu ben doğru filmi mi izledim, filmi izlerken uyudum mu yoksa film gerçekten karmaşadan mı ibaret ? Ha bu arada bu filmde Goldie ve Wendy kardeşler de küçük bir sahnede vardı, yani hikaye ilk filmden önce geçiyor – mu acaba ? -.
 
 
Neyse ben sizi daha çok sıkmayayım da şu zaman karmaşasını açıklığa kavuşturalım.Aslında Miller ve Rodriguez sinematik kurgu yapalım derken batırmışlar.Postmodern bir sinema yapalım diye çıktıkları yolda ilk filmi bile unutmuşlar, Manute, ilk filmdeki Eski Şehir mevzuları arada kaynayıp gitmiş.Filmin sonunda izlediğimiz Nancy ve Marv’ ın Senatör Roark’ ı öldürmeye gittikleri kısımda ise şu aklıma geldi; yahu Marv senatörün kardeşi Kardinal Roark’ ı öldürdüğünde hapse tıkılıp orada da idam edilmemiş miydi ? Hem bunu yapmadan önce Nancy’ e son kez uğradığında, Nancy’ nin yüzünde ne kendi açtığı kesikler vardı ne de Senatör Roark’ ın ölümünden bahsedilmişti.Anlayacağınız bu film tamamen geçmişine hakaret.
 
  İlk filmin sonu bana kalırsa oldukça dramatik bitmişti, Hartigan’ ın hayatına son vermesi eminim  ki hepinizi etkilemiştir.Ama bu filmde ne oluyor ? Senatör Roark  ölüyor ve birden film bitiyor.Bana kalırsa sırf izleyici istedi diye yapılmış, çekilirken istenmeden çekilmiş, özenilmemiş basit bir yapım.Ha isterseniz başka yerlerde duyduğunuz cicili yorumlara veya tavan puanlara da inanabilirsiniz.
 
 
 Bu arada filmden ufak detayları da vermeden olmaz tabii ki.İlk filmde bir Pederi canlandıran Frank Miller’ ı bu filmde de ufak sahnelerde görme imkanına sahip oluyoruz ki böylelikle Miller, kendi evreninin Stan Lee’ si olma yolunda ilerliyor.İlk filmde Marv ile Nancy’ nin tanışma hikayesini Marv’ dan dinlediğimizde, Nancy’ e bulaşan bir ‘’ kolejli pislik ‘’ olduğundan bahsediyordu Marv.Bu filmde Marv’ ı ilk gördüğümüz sahnelerde de bir grup kolejli genci öldürmesi – hak etmişlerdi ama – de Marv’ ın kolejlileri sevmediği şeklinde yorumlanabilir mi ? Kesinlikle evet.Daha da detaya inip size ‘’ Yuh artık ! ‘’ dedirteyim mi ? İlk filmde Marv’ ı öldürmek isteyen yüzbaşının elinde tutukluluk yapan silah ile Senatör Roark’ ı öldürmeye giderken Marv’ ın elinde tutukluluk yapan silah aynıydı; Uzi ! Bu tesadüf mü bilemem ama değilse Miller veya Rodriguez Uzi sevmiyor demektir.
 
Daha fazla detaylandırmadan son düşüncelerimi de belirterek bu yazıyı bitirmek istiyorum.Anlayacağınız üzere filmi hiç beğenmedim, tamam vasat demek istemiyorum ama gördüğünüz o puanlara sakın inanmayın.Muhteşem bir başlangıca sahip olsa da sonu bana The Dark Knight Rises’ da Miranda Tate’ nin ölümü tadında geldi, olmamıştı.Dozajı yüksek cinsellik, bana göre bu açıkları örtmek için kullanılmış olup gördüğüm kadarıyla da işe yaramış.Unutmadan söylemem gerekir ki Rosario Dawson’ un olduğu yerde Eva Green’ i pek aramazdım açıkçası ama bu filmde bir önceki filme kıyasla daha az gördük kendisini.Ama dürüst olmam gerekirse bu film Mickey Rourke’ nin Marv ve Joseph Gordon Levitt’ in Johnny performansı izlemeye değerdi, filmden çıkarken bilet parasına acımamamın tek sebebi buydu.Böylelikle bir film incelemesinin daha sonuna geldik, - bu incelemeyi okuduktan sonra – eğer izlerseniz iyi seyirler diliyorum, hoşçakalın.
 
 
 
‘’ Hellbazer ‘’

0 yorum:

Yorum Gönder